Hayatımın son birkaç yılını sevgi, öfke ve korku duygularını kontrol altına almaya çalışmakla geçirdim… Hatta belki biraz olsun “törpüleme” ihtiyacı hissettim. Bu duygusal gelgitlerin yarattığı acı ve kafa karışıklığı, beni daha güvenli, daha öngörülebilir bir limana sığınmaya itti: Mantığın ve aklın sarsılmaz görünen kalesine. Düşündüm ki, eğer her şeyi saf mantığa indirgeyebilir, her duygunun, her eylemin arkasında rasyonel bir neden bulabilirsem, o zaman içsel bir düzen kurabilir, hayatımdaki acıyı azaltabilirdim.
Bu, sadece felsefi bir merak değildi; aynı zamanda derinden kişisel, varoluşsal bir arayıştı. Kendi iç dünyamı, motivasyonlarımı anlamak, bir nevi kendi “kullanım kılavuzumu” yazmak istiyordum. Her düşünceyi, her inancı mantık süzgecinden geçirmeye, her adımı rasyonel bir temele oturtmaya çalıştım. Ancak bu çaba, beni tatmin edici bir sonuca ulaştırmadı. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, kurmaya çalıştığım yapı hep eksik kalıyor, temel bir türlü sağlamlaşmıyordu. Mantık birçok kapıyı aralasa da, ruhumun en derinindeki bazı sorulara cevap veremiyor, o aradığım mutlak dayanağı sunamıyordu.
Bu süreçte acı bir şekilde fark ettim ki, bu hummalı arayışımın kökenindeki asıl itici güç, kontrol etmekte zorlandığım duyguların – ve ironik bir şekilde, buna zaman zaman kontrolü zor bir duygu gibi hissettiren ‘inanç’ın kendisinin de – neden olduğu acıdan kaçma isteğimdi. Kendime bir söz vermiştim sanki: Eğer “doğru” bir metodoloji, tutarlı bir düşünce sistemi bulabilirsem, hayatımda daha az acı çekecektim.
Ve sonra, bir aydınlanma anı değil belki ama, yavaş yavaş bir kabulleniş başladı. Salt aklın sınırlarını gördüm. Yıllarca belki de içinde büyüdüğüm kültürün bir parçası olarak taşıdığım, zaman zamansa mantık çerçevesine oturtmaya çalıştığım bir şeye, İman’a, yani Allah’a ve öğretilerine olan inanca, farklı bir gözle bakmaya başladım. İnancın, sadece ispatlanması gereken bir teorem değil, üzerine sağlam bir hayat inşa edebileceğim temel bir kabul, bir yöneliş, bir teslimiyet olabileceğini idrak ettim. Bu, kimliğimin önemli bir parçasını – Müslüman kimliğimi – entelektüel bir probleme indirgemek yerine, onu merkeze almak, kişisel gücümün ve huzurumun kaynağı olarak yeniden keşfetmek anlamına geliyordu.
Bu kabulleniş, iç dünyamda yeni bir düzenin, yeni bir hiyerarşinin kapısını araladı. Artık en temel değerim, hayatımı yönlendiren pusula, “Allah’ın rızasını aramak ve O’nun emirlerine uymak” oldu. İçimdeki diğer güçlü dürtüler, örneğin acıdan kaçma isteği, yok olmadı; onlar insan doğasının bir parçası. Ancak artık direksiyonda değiller; ana amacı destekleyen, ikincil kuvvetler haline geldiler. Akıl ise değerini yitirmedi; aksine, gerçek yerini buldu. O artık temeli kendisi atmaya çalışan yorgun bir işçi değil, inancın sağladığı sağlam zemin üzerinde çalışan, analiz eden, düşünen, yolumu aydınlatan bir fener.
Karar anlarında bu yeni hiyerarşi bana yol gösteriyor: Eğer Allah’ın açık bir emri veya yol göstermesi varsa, kişisel arzularım, korkularım veya anlık rahatsızlık hissim ne olursa olsun, o ilahi rehberlik öncelikli. Eğer ilahi bir sessizlik varsa, işte o zaman akıl, vicdan, tecrübe ve kişisel değerlerimle en doğru yolu bulmaya çalışıyorum.
Bu içsel yolculuk tamamlandı mı? Elbette hayır. Özellikle ilahi rehberliğin doğrudan olmadığı o gri alanlarda, farklı içsel değerlerimin çatıştığı o ‘insani’ anlarda seçim yapmak hâlâ bir denge sanatı. Ancak şimdi, dağılmış parçaların bir araya geldiği, daha bütüncül bir his var içimde. Mantığın kıyılarında kaybolmuşken, kimliğimin ve inancımın derinliklerinden gelen sağlam bir zemine basıyor olmanın getirdiği bir dinginlik bu. Bu, hem felsefi bir sorgulamanın hem de kültürel ve manevi kimliğimle daha derin bir bağ kurma ve onu kişisel bir dayanağa dönüştürme hikayesi. Ve belki de en kıymetlisi, içsel acıyla başa çıkmanın yolunun salt kontrolden değil, bazen de anlamlı bir kabulleniş ve teslimiyetten geçtiğini öğrenmek oldu.