Önceki iki yazıda, insan davranışlarını anlamak için bir modelin temellerini attık. Zihnimizi, fikirlerin rekabet ettiği bir pazar yerine benzettik ve bu pazardaki en değerli para biriminin on fıtri sürücümüz olduğunu gördük. Ardından, bu sürücülerden hangilerinin bizim için daha “değerli” hale geldiğini belirleyen şeyin, geçmişte yaşadığımız belirleyici deneyimler ve bu deneyimlerden yola çıkarak yazdığımız kişisel anlatılar olduğunu anladık. Artık bu teorik araçları elimize alıp, onları gerçek insan hikayelerinin kilitlerini açmak için kullanmanın vakti geldi. İlk konuğumuz, belki de pek çoğumuzun çevresinde bir örneğini gördüğü ‘Talip’.
Talip, zeki, meraklı ve sosyal bir genç. Ancak ne zaman din veya maneviyatla ilgili bir konu açılsa, yüzünde bir duvar beliriyor; savunmacı, hatta öfkeli bir tavır takınıyor. Dini kavramları küçümsüyor, inançlı insanları samimiyetsiz buluyor. Dışarıdan bakıldığında bu durum, basit bir “inançsızlık” veya “ergen isyanı” gibi etiketlenebilir. Fakat modelimizi kullanarak yüzeyin altına indiğimizde, bu reddedişin aslında bir sonuç olduğunu ve köklerinin çok daha derinlerde, karşılanmamış fıtri ihtiyaçlarda yattığını görürüz. Talip’in bugünkü tavrı, geçmişte sistematik olarak aç bırakılmış iki temel sürücünün feryadıdır: Özerklik ve Haz Arayışı.
Talip’in çocukluğu ve ilk gençliği, hayatındaki en doğal ve masum isteklerin, dini argümanlar kullanılarak baskılandığı belirleyici deneyimlerle doludur. Arkadaşlarıyla dışarıda biraz daha fazla vakit geçirmek istediğinde, sevdiği bir müzik grubunu dinlediğinde veya kendine bir hobi seçmek istediğinde karşısına hep aynı duvar çıkmıştır: “Bu günah”, “Allah böyle istemez”, “İyi bir Müslüman bunları yapmaz”. Ailesi, belki de iyi niyetle, onu korumak adına her adımını, her seçimini din adına kısıtlamıştır. Bu sürekli tekrar eden deneyimler, Talip’in zihninde kaçınılmaz bir kişisel anlatı inşa etmiştir: Din, benim özgürlüğümü çalan, beni sevdiğim ve keyif aldığım şeylerden mahrum bırakan, hayatıma sürekli müdahale eden bir baskı ve acı kaynağıdır. Bu anlatıda din, artık manevi bir yol veya bir sığınak değil, özerkliğinin önündeki en büyük engele dönüşmüştür.
Bu geçmiş, Talip’in bugünkü “zihinsel pazar yerini” tamamen şekillendirir. Artık herhangi bir dini fikir veya sembol bu pazara girdiğinde, Talip’in zihni onu tarafsız bir “ürün” olarak değerlendirmez. O fikir, doğrudan Talip’in en yaralı ve en hassas sürücüsünü, yani özerklik ihtiyacını tehdit eden bir saldırgan olarak algılanır. Yıllarca süren baskının yarattığı acı, acıdan kaçınma sürücüsünü o kadar tetikte hale getirmiştir ki, dinle ilgili her şey potansiyel bir acı kaynağı olarak etiketlenir. Bu yüzden Talip, dini bir argümanın mantığını veya bir ibadetin hikmetini dinlemeyi reddeder. Çünkü onun için mesele artık mantık veya hikmet değildir; mesele, yıllardır aç bırakıldığı özerkliğini koruma savaşıdır. Öfkesi, aslında Tanrı’ya veya dinin özüne değil, o dinin kendi kişisel anlatısındaki temsiline, yani “baskı” ve “kontrol” mekanizmasınadır.
Talip’in hikayesini bu modelle okuduğumuzda, onu “asi” veya “inkarcı” olarak yaftalamak yerine, davranışının ardındaki ihtiyacı görürüz. Gördüğümüz şey, aslında “bana karışmayın, kendi seçimlerimi yapmak istiyorum” diyen bir gencin, yani özerklik arayışının feryadıdır. Bu, onun davranışını haklı veya doğru kılmaz, fakat onu anlaşılır kılar. Ve anlamak, her zaman yargılamaktan daha yapıcı bir başlangıçtır. Bir insanı değiştirmeye veya “düzeltmeye” çalışmadan önce, onun iç dünyasında hangi ihtiyaçların karşılanmadığını, hangi yaraların kanadığını görmek, ona uzanacak bir elin ilk ve en önemli hareketidir.
Serimizin bir sonraki bölümünde, madalyonun diğer yüzüne bakacağız. ‘Engin’in hikayesiyle, hayatın sunduğu tüm hazları sonuna kadar yaşayan ancak bir türlü içindeki o “boşluğu” dolduramayan bir insanın içsel çatışmasını, yine modelimizin merceğinden inceleyeceğiz.