Eminönü sahiline elimde valizlerle vardığımda güzel bir “ohh” çektim. Güneş tepedeydi ve boğaz bütün güzelliğiyle bana bakıyordu. Hayalini kurduğum şehre ilk sağlam adımımı atmıştım, o kadar mutluydum ki yurduma hemen yerleşip İstanbul’un nimetlerinden faydalanmaya başlamayı iple çekiyordum. Sancılı bir ulaşım serüveninin ardından yurda vardım ve yerleştim.
İstanbul’da yaşadığım sürede yaşadığım ilk problem rutinimin kaybolmasıydı. Bursa’da günlerim çoğunlukla babannemlerin alt katında inşa ettiğim ofis, ailemin evi ve Divan’da geçiyordu. Kendim için inşa ettiğim bu mekan çok rahattı fakat şimdi hiç bilmediğim bir semtteydim.
Bu boşluğu doldurmak için en iyi bildiğim şeylerden birisini yaptım ve bulabildiğim her ortamda çalıştım. Masa ve internetin olduğu her yer benim için bir çalışma alanı oldu; yurt kütüphanesi, yurt odam, İTÜ rektörlük kütüphanesi, Rami kütüphanesi gibi mekanlar artık çalışma alanımdı. Böylece kendimi anlama serüvenimde ilk taşlardan birisi yerine oturdu: çalışma boyutu.
Her insanın düşünce yapısı, kendi hikayesinin izlerini taşır. Benim zihnimse adeta bir harita gibi çalışıyor – her deneyimi, her duyguyu belirli bir bağlama yerleştirmeye çalışıyor. Bu özelliğimin sosyal boyutu oldukça kritik: düşüncelerimiz başkalarının bakış açılarıyla zenginleştiğinde anlam kazanıyor. Zihnin sosyal boyutu, sadece fikirleri paylaşmak değil, aynı zamanda kararlarımızı ve deneyimlerimizi başkalarının gözünden görebilmek demek. Etrafımda düşüncelerimi paylaşabileceğim insanlar olmadığında, zihnimde biriken sorular ve belirsizlikler giderek ağırlaşıyor. Bu yüzden İstanbul’da öncelikli hedefim, bu sosyal bağları yeniden kurmak oldu.
İstanbul’a gelişimde bana rehberlik eden Abdullah Velisoy’a teşekkür ederim ki bu süreç çok daha az sancılıydı. Öncelikle kendi sektörümden insanlar ile tanıştım, böylece İstanbul’da çok yalnız hissetmedim.
Fakat zaman geçtikçe meslektaş dışında bir şeylere daha ihtiyacım olduğunu hissediyordum. Her gün ve tüm gün batı kültürü ekseninde şekillenen teknoloji ile haşır neşir olmam beni hasta etmeye başlamıştı. İnsan ister ki kendisi ile yaşadığı kültür, hâkim kuvvet olarak ülkesine zuhur etsin fakat modern dünyada İslam kültürünü tam anlamıyla yaşamak iğne ile kuyu kazmak gibi hissettiriyor. Bu ihtiyacımı Bursa’dayken katıldığım divan meclisleri ile karşılıyordum. İstanbul’da uzun bir süre kaldıktan sonra ise ihtiyaç daha çok boy gösterdi ve çözümü Yavuz Selim Vakfının sohbetlerine gitmekte buldum, bunun için de Eyyüp Sabri Çelik’e teşekkür ederim. Böylece bir sonraki taşı yerine oturtmuş oluyoruz: kültür boyutu.
Hayat duvarını bulduğumuz taşlar ile inşa ederken her Müslümanın yaşadığı serüven farklı ve özel. Bunu asla unutmamak gerek; birimiz taşları masmavi denizin kumsalından buluruz, birimiz ise çıkması güç olan dağın tepesinden. Dikkat etmemiz gereken tuttuğumuz taşın gediğine uymasıdır, aksi takdirde taşın gediğe oturması için hayat duvarımızdaki İslam taşını kazımak gerekebilir.
Sıradan bir gün, telefonumun ekranında yansıyan modern hayatın ritmine bakıyorum. Her bildirim, her toplantı daveti, her sosyal medya akışı bizi kendi değerlerimizden biraz daha uzaklaştırıyor sanki. İş hayatında “profesyonellik”, dijital dünyada “güncellik” adına değerlerimizi törpülememiz bekleniyor. Fakat içimdeki ses, bu akıntıya kapılmanın bir zorunluluk olmadığını fısıldıyor.
Teknoloji, bilim ve sanat, aslında bizim renklerimizle de boyanabilecek tuvallerden başka bir şey değil. Her gün yapay zeka üzerine çalışırken, her kod yazdığımda, her içerik ürettiğimde kendi değerlerimi de kodlayabiliyorum. Bu yolda yalnız değiliz – aramızda görünmez ama güçlü bir bağ var. Binlerce yıllık medeniyetimizin çağdaş dünyada yeni bir nefes alışı bu.
Divan’ın son dönemdeki sessizliği, işte bu derin nefesi almak içindi. Şimdi her birimiz – kimimiz kodlarla, kimimiz kelimelerle, kimimiz dualarla – büyük resmin bir parçasını tamamlıyoruz. Modern dünyanın tam kalbinde, değerlerimizle var olmanın hikayesini birlikte yazıyoruz.