Biraz Türk sinemasıyla Batı’yı karşılaştıralım: yönetmen sineması olarak Andrei Tarkovski’nin filmleri, Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu’nunkilere; oyuncu sineması olarak Jim Carrey’nin filmleri, Şahan Gökbahar ve Ata Demirer’in filmlerine benzer. “Muhsin Bey” filmi tarih olarak eskimiş görünse de bugün Batı’da yeni taklitleri/sürümleri çıkan Film Noir’lara epey yakındır. Ton, atmosfer, kurgu bakımlarından, Türkçe’siyle bir “Kara Film” olsa da, Muhsin Bey konusu itibariyle orijinaldir: Musiki kariyeri için her şeyini veren köylü ile İstanbullu beyefendi. Elbette bu kadar yerinde bir konu, edebiyattan ayrı değildir; Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi ve Ahmet Midhat Efendi’ler bu konuyu 1 asır önce işlemişlerdi. Fakat sinemanın bu konuyu işlemesi bir asır sonra tevafuk etti.
Film Noir, şehirli duyguları ve kötücül tonu sinema diline aktarmak için bir seçenektir. Film yorumunda Muhsin Bey’in bize kazandırdığı kötücüllüğe bir Türkbakışı, cevabıdır: Köylü musiki için bir beyefendiye yaklaşır ama bir yandan onu hem zora düşürür, hem rezil eder, hem ahlakını (?) yitirir. Beyefendinin yapacağı açıktır: Önce köylüyü türkü lokallerine götürür, içki ve sigarayı yasaklar sonra da onu evinde konuk eder. Burada köylünün kötücüllüğü filmin mizahi diyaloglarına malzeme olur. Edebiyatta “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” şiiri veya tarih olarak daha eski olan “Yaban” romanı da konunun akla gelebilecek bir açılımıdır.
Film, devrinin türküyle arabeski karıştırma mevzuunu, Türkiye’deki sanat yönelişini, kadının sosyal hayattaki rolünü esprili bir dille işler. Yoksa türkücü köylü ünlü olunca beyefendisi yasakladığı arabesk tarzı mı söyleyecektir? Yoksa Türkiye’de en basit yarışma fikri bile hapislikle mi sonuçlanacaktır? Kadın sürekli dayak atılan bir varlık mıdır? Gerçekten de mizah, iletişimin hızlı bir yoludur. Ne yazık ki mizahı ayakları yere basan ve dürüst bir tonda, dilde işlemek her Türk filmine nasip olmamıştır. Bugün de sinemamızda durum kanaatimce değişmemiştir: Gerçekçilik Türk sinemasında azdır.
Muhsin Bey’in dikkate değer bir yanı, bir musiki filmi olmasına rağmen musikinin filmde fazla gösterilmemesi ve filmin müzikal olmamasıdır. Bu yanı filmin karanlık tarafına katkıda bulunmaktadır. Devrinin İstanbul’u konu musiki olsa dahi sessiz ve gölgeli bir tarzda anlatılmak durumundaydı. Şimdi kimse filmlerle tarihimizi tartışmıyor, meselelerimizi ele almıyor (çünkü filmler de bizi ne kadar anlatıyor?). Bu gidişatın Türk sinemasına getireceği tekrarlar (şimdi Adile Naşit’in hayatını tekrar çekiyorlar), Türk sanat ve eleştirisine getireceği bir kısır döngüden ibarettir.