Şimdilerde 150 yıl yaşamayı konuşan bir Çin lideri görüyoruz. Yenilmiş bir millet olarak Japonlar animasyonlarla bir mucize, hatta bir ölümsüzlük sırrı göstermiyorlar mı? Hem Batılı hem Doğulu gençler kendini bu dizilerle buluyor, bu dizilerle büyüyor. Elbette sanat da modern dönemde bilimin gösterdiği yolu takip etmeye mecbur ediliyor. Gen bilmecesi, telekinezi, ırsiyet hatta evrim sanatın da konusu haline geliyor. Bugün burada kadim hikmetten aşırdığını düşündüğüm konularıyla beraber ilmî safsatalar yaparak izleyiciyi ekran başına kilitleyen bir yapımdan bahsedeceğim: Titana Saldırı. Burada “titan”ın bizim edebiyatlarımızda da bildiğimiz cihanşümul “dev” imajının aynısı olduğunu hatırlayalım. Hem bizim edebiyatımızda, hem Batı’da dev, başlangıçtan beri vardır. Titana Saldırı’da devleri elde etmek için savaşan, farklı memleketlerden koruyucu askerler anlatılıyor. Gelenekten farklı olarak, insanlar devlere dönüşebiliyor. Eren ismindeki kahraman gençliğini asker arkadaşlarıyla geçiriyor ve dünyadan savaşı kaldırmayı hedefliyor.
Dizide, tıpkı Japon tarihinde örneklerini bulabileceğimiz gibi iki Japon topluluk arasındaki mücadele hikaye ediliyor. Eren, Armin, Mikasa, Connie, Jean gibi birbiriyle dost askerler Levi ve Hange gibi ekip başları Eldialılar bir millet; Marleyliler diğer bir millettir. İki millet birbirine düşmandır. Dizinin müspet tarafı, Eldialılar arasında dostane bir birlikteliği resmetmesidir. Armin ve Mikasa, mesela, sık sık Eren’i tehlikelerden kurtarır. Eren kendi başına milletini kurtarmak için adımlar atarken arkadaşlarıyla da bağını korumaya çalışır.
Dizinin bir tarafı, Eldialıların geliştirdiği teknolojiyi bütün dünyayı savaştan kurtaracağını göstermektir. Ne var ki, dizide hakim güç olan devler teknolojiyle bir yere kadar durdurulur. Dünyada geçici de olsa barışı temin eden, Ymir isimli bir kadının gücüdür. Bu kadının gücü sayesinde büyük devler şehirlerin etrafında dondurulur ve dünyadaki savaş bir müddet durur. Bu kadın bir köledir ve onu yönlendiren bir kralla evlidir (burada Zerdüştilikteki Hürmüz ve Ehrimen akla gelebilir. Sözkonusu olan bizim geleneğimizdeki Celal-Cemal, hatta Nefis-Ruh mücadelesidir).
Gençler okumaktan çok izlemeyi sevdiği bu devirde tabii ki görmeye dayalı iletişim imkanları artıyor. Diziler ardı ardınca üretiliyor. Hatta aşk, macera yetmiyor, kan da gösteriliyor. Hatta ekran başlarına “kan göstermiyor” diye sık sık geçtiğimiz Samuray Jack bile son sezonunda insan katli sahneleri gösterdi. Bir adım daha ilerlersek, aslında çocuklar ve gençlere hitap eden “anime” fenomeni (ortayaş ve yaşlıların da ilgisini çekebilmekle birlikte) kanlı yapılmak istenmiş, böylece tonu çocuksu olmakla birlikte dizi çocukların da izleyemeyeceği bir dizi üretilmiş. Bu, animasyonlarda hep karşılaşılan bir durum değil. Gelecek, Türk sineması gelecek, denildi: Ortaya kan dolu, üstelik muhafazakar bir sinema dili çıkıverdi. Sanki asırlar öncesinden gelen ırsî aktarım eğitim, din, tarih filan dinlemeyip avamı kanla oyalacak içerikler ürettirdi. Aynı heves, Japonya’da da görülüyor. İnsanların bir dev tarafından yenip yönetildiği, veya devlerin insanlar tarafından ele geçirip yönettiği bir diziden bahsediyoruz.Tabii ki bu kültür basılı olarak başladı. Japonlar insanlardaki “şimdi ne olacak?” sorusunu sordurtan merak unsurunu ve görsel kültürün verdiği hazzı birleştirerek önce bir yayın sonra bir sinema oluşturdu. Bir gerilim havası oluşturabilmesi ve klasik öğretiden örnekler alan bir anlatı kurması itibariyle Titana Saldırı izlenebilir ve orijinal. Çekim teknikleri bakımından Hayao Miyazaki’den geri ve fakat başarılı sayılabilir. Ancak klasik öğretiyi gayet kanlı canlandırmalarla amiyaneleştirdiği için bir yönden başarısız.
Dizinin diğer tarafı belli konularının psikoloji disiplini muhtevasında şiddetli hatta klinik seviyede olması. Sürekli et yiyen, et yeme takıntısı olan Sasha; deve dönüşüp insanları öldüren ve sonra tekrar insan olan ana kahramanlar, birbirlerini vuran ekip askerleri birer klinik vakıadır. Hikayenin ilerlemesi için vahşî unsurlar seçilmiş. Bunda ben Japon kültürünün bir dokunuşu olduğunu görüyorum. Japonlar intihar edebilen bir millet (ancak mesela Amerikalıların intihar edebilen demek yerine intihar eden bir millet olduğunu düşünüyorum). Elbette bu vahşî gidişi devam ettirebilmek için ana kahramanlara “kötü” imajlar çizilmiş. Yine bu sebeple dizide “tevafuk”lar umumiyetle ölümle sonuçlanıyor.
Dizide belli tabiatüstü güçler varsa da ana fikrin bu güçleri kötülüğe kullanmak olduğu vakidir. Burada ben dizide Batı sinemasında (ve hatta edebiyatında ve estetiğinde) “kötü için”liği gördüğümü söyleyeyim: Tabiat-üstü, kötülük için işleniyor. Yine dinî terminolojiye dönersek, Cemal’siz bir Celal mevcut.
Dizilerin çok konuşulmayan taraflarından biri bugünlerde bilgisayar oyunlarına yakınlıkları. Tıpkı oyunlardaki gibi diziler birtakım kötü adamları sunuyor, sırayla onların yenilgisini işliyor. Burada iki medya unsurunun, sinema ve oyun, birbirinden tesirlenmesinin normal olduğunu düşünüyorum. Oyunlar filmlere, filmler oyunlara benziyor.
Dizinin bir diğer boyutu da teknolojik gelişim tanıtması. Birtakım devlere karşı teknolojiler birbirine düşman Eldialı ve Marleyliler tarafından geliştirilmiş. Dizide teknolojiyi şeytanî görme tarafı var (teknolojiyi melekî gören bir yorum da duyarız ama objektif bakış her ikisini de eleştirebilir). Çünkü teknoloji savaşı durdurmuyor. Bu defa gelişen teknolojiyle savaşlar yapılıyor. Burada Japonların teknoloji devi olduklarını hatırlatıyorum.
Dizinin Japonlar açısından karakteristik bir mevzuu da savaş dizisi olması. Askerî sebeplerle organlarını veya hayatını kaybeden, hatta bir filoyu korumak için kendini patlatan kahramanlar var. Dolayısıyla dizide Uzak Doğu’nun “harakiri”si karşımıza psikolojik boyutta çıkıyor. Bir diğer ilgi çekici harp ayrıntısı da, şehirlerin çeşitli vesilelerle istila edilmesi, hatta bir anda yok edilmesi ihtimalinin sık sık işlenmesi. Dizideki doruk noktası Marley şehrinin yok edilmesi tehlikesi. Burada da atom bombasıyla şehirleri yerle bir olan bir Japon tarihini hatırlamamak elde değil.
Japon animasyonlarında ana mevzu din değildir ancak dinin mühim bir tesiri vardır. Hayao Miyazaki yapımlarında bazı melek tasvirleri, birtakım cinler görürüz. Ünlü Ölüm Defteri dizinin başrolü bir tür cin/melekle devamlı iletişimdedir. Titana Saldırı’da ölülerle bir tür iletişim ve berzah alemi (Ymir’in yaşadığı bir tür hakikat alemi) tasvir ediliyor. Kıyametin de devlerin hücumuyla kopacağına dönük bir inanış mevcut. Bir eksik şu ki dinden tesirleniyorlar ama dünyamızda asıl devler olan küresel devlere hiçbir cevap üretmiyorlar. Aslında kültürümüzdeki Keloğlan, insan-canavar dualizmine bir Türk cevabıdır. Edebiyatımızda Keloğlan, tevekkül olgusuyla ve zekasını ortaya koyan diliyle devleri çoğu zaman tuzağa düşürür. Böyle bir âkılâne tavrı dizide göremiyoruz: İnsanlar devlere ancak kendi içlerindeki devlerle karşı koyabiliyor, yoksa aciz kalıyorlar.
Dizinin bir diğer eksiği, çok az şairanelik barındırması. Dizinin aksiyon vurgulu olması sadeliğini azaltıyor (gerçi diziyi sıkıcılaştırmıyor), ve şairaneliğe çok yer bırakmıyor. Aslında Japon medeniyeti şiir tarihinde yer eden bir millettir. Herhalde amiyane dil ve popülizm bu gayreti engelliyor. Ancak bazı “berzah” âlemi tasvirleri, rüya hâlleri (son sezonda Zeke ile Eren’in hatıralarına gittiği görülür) filmin tek (ve son) şairane bölümlerini teşkil ediyor. Bu kısımların dizinin ana doruğuna yakınlığı (ki bu ana doruk geç bir şekilde son sezona, Eren’in kötü adam olması fikrine doğru sarkar) kesinlike tesadüf değil.
Ötenazi fikriyse (yani devlerle bütün insanlığı yok etmek) zaten cinaî olan bu dizinin en doruk kısmını teşkil ediyor. Eren evlenip çocuk sahibi olmayı, kendi Titan’ını sonraki nesillere aktarmayı,böylelikle az insanı öldürüp çoğunluğu kurtarmayı reddediyor, (tıpkı Naziler gibi) bütün insanlığı yok edip dev-insan düalizmini sonlandırmak istiyor. Son sezonda baş kahramanın kötü adama dönüştüğünü, dizinin gerilimden ziyade polisiye atmosferine evrildiğini görüyoruz. Dizide bize sunulan Japon mantığında ya öldür ya öl fikrinin hakim olduğunu da izliyoruz. Ötenazinin dayandığı bu temeller, izleyici indinde bazı sorgulamaları tabii olarak dile getiriyor: Acaba Japon mantığındaki bu psikolojik sorunlar nereye kadar ilerleyecek? Tarihî tecrübe bakımından (atom bombasıyla) kendisi sıfır noktasına yaklaşmış Japon medeniyetibir mucize yaratarak Batı medyasının gündemine taşınabiliyor, ancak anlattığı yine bir ötenazi fikridir.
Filmde dil bakımından uygunsuz, ancak ilginç bulduğum bazı ayrıntılar var: Bir sahnede Mikasa (yine bir berzah sahnesi) Eren’in günahlarını taşımak istediğini (!) söylüyor. Bir rüya sahnesinde de Eren, arkadaşı Armin’e “herhalde Cehennem’e gideceğiz, orada yine görüşürüz” yollu ifadelerde bulunuyor. Elbette yapım bir Müslümanın elinden çıksa, hayalciliği, itikadi temelleri, dinî imajinasyonu daha farklı olabilirdi. Ancak yapımda, tekraren, benim en dikkatimi çeken unsur, “yık ve dirilt” diyalektiği oldu: Bu birçok Hayao Miyazaki filminde (“Ruhların Kaçışı”, “Yürüyen Şato” ve son filmi dahil) bu diyalektik karşımıza çıkar. Yine ünlü Akira’da da aynı diyalektiği görürüz. (filmde Japonya bir defa yıkılır, çizgi romandaysa tam dört defa yıkılır ve tekrar yapılır). Hatta popüler kültürden JoJo dizisinde de bu işlenir. Elbette bir tarih şuuruyla Japonların belli bir yıkım hadisesini fenomen olarak bilinç-dışında yaşadıkları tespit edilebilir.
Görülen o ki sinema, Doğu’da veya Batı’da, dinî terminolojiyi kullanmaya devam edecek. Batı’da Mesih başlıklı filmler, Doğu’da mitolojiyi (hatta Titana Saldırı üzerinde konuşursak, Yecüc ve Mecüc ile Deccal’i hatırlatacak) yapımlar çıkacak. Ancak acaba bizleri mukaddesatının içi boşaltılmış bir mitolojik dünya mı bekliyor, yoksa dirilişi sembolize eden bir dil mi? Bunu filmleri takip ederek göreceğimize inanıyorlar.